9.3.11

Ritim & Anarşi








Bugünlerde yapmayı en çok istediğim şey, fazla beklediğim, fazla sıkıldığım, fazla sıkılmaya itildiğim bir haftadan sonra, belirli bir yere dalıp -resmi ve nizamın belli düzeyde tutulduğu yerler tercihimdir- gümbür gümbür davul çalmak. Bu rektörlük binası olabilir, postane ya da bir banka da olabilir. Sadece olmaması gereken yerde, yapılmaması gerekeni yapmak istiyorum ve bunu da kocaman akustik bir davulla yapmak istiyorum. Birkaç gündür rüyamda bunu gördüm ve inanılmaz zevk aldım. Bunu düzenli şekilde görmeye devam edebilir miyim bilmiyorum ama aldığım tatmin ve o rahatlıkla uyanmak harika birşey. Pratikte uygulamanın tadı çok daha başkadır tabii ki ama bunun uygulanabilirliği benden başka insanları da kapanıma takmam ve imece bir çalışmaya bağlı. Banka sırası beklerken, bütün bunlar kafamdan geçerken, 'hiç olmazsa biri atsa kendini ortaya da yapsa bari birşeyler' diye geçirdim içimden ama kılını kıpırdatmadı kimse. "Davul"un zaten başlı başına harikulade bir terapi olduğu gerçeğinin yanında, böyle bir tutum için de ne kadar uygun ve güzide bir enstrüman olduğuna da bir daha hak verdim. Sonra da yanıp sönen numarama doğru gayet 'nizami' bir şekilde yürüdüm ve herşey olması gerektiği gibi oldu ve bitti. Oysa ki, ritmi hayatın, sokağın, modern akışın göbeğine oturtup 'alın size gerçeklik' demek hazlardan hazlara sürükler, en tepelere çıkartıp bünyeyi arşa değdiren bir tecrübe olabilir. Bütün bunları düşündükten sonra, karşıma çıkan bir trailer sayesinde farkettim ki birileri bunu benden önce düşünmüş, hatta bunun bir filmini bile yapmış. "Sound of Noise", 2010 yapımı ve tam da bu düşündüklerimi pratiğe döken ve ortalıkta karıştırılmadık alan, dağıtılmamış düzen bırakmayan bir film. Doğa seslerini muhteşem bir düzen içinde kullanıp bunlardan harika bir harmoni yaratan film, ritmin doğa ve modern hayat ile de ne kadar iç içe olduğunu gösteriyor. Filmin yönetmeninin daha önce "Music for one apartment and six drummers" adında bol ödüllü bir kısa filmi de mevcut. Sound of Noise de bu kısa filmin uzun metrajı olarak beğeniye serilmiş. Yapılan mekan seçimleri filmi daha da ilginç kılıyor. Bir ameliyat cihazından büyük bir minibüsün motor sesine kadar herşey bu harmoninin içinde. Kısa film versiyonundan biraz daha değişik olarak, uzun metraj halinde biraz daha aksiyon ve komedi işin içine katılmış. İçte kalan bütün enerjiyi izlerken bile atabilmeye fırsat tanımış film. Profesyonel bir yapım ve bir kurguya sahip olmasına rağmen tecrübe edilen anarşi tüm sahiciliğiyle damara damara giriyor. Davulu ve ritmi   
yaşamın merkezinde varolan ve ayrılmayan bir dinamik olarak işleyen ve atılan her adımın bir metronom vuruşu olduğunu hissettiren bir film. Tam da ihtiyacım olduğunda imdadıma yetişti. Bir dahaki banka ziyaretimde de sakin bir şekilde numaramı bekleyebileceğim sanırım.  
Trailer için: "Sound of Noise" Trailer

7.3.11

Serbest Düşüş

                                                                     Eymir Gölü / Ankara 2008


From childhood's hour I have not been
As others were; I have not seen
As others saw; I could not bring
My passions from a common spring.
From the same source I have not taken
My sorrow; I could not awaken
My heart to joy at the same tone;
And all I loved, I loved alone.
Then- in my childhood, in the dawn
Of a most stormy life- was drawn
From every depth of good and ill
The mystery which binds me still:
From the torrent, or the fountain,
From the red cliff of the mountain,
From the sun that round me rolled
In its autumn tint of gold,
From the lightning in the sky
As it passed me flying by,
From the thunder and the storm,
And the cloud that took the form
(When the rest of Heaven was blue)
Of a demon in my view

                                                                                                              E. A. Poe                                                                                                     

25.2.11

Pianoforte & Erik Satie

Son iki aydır yoğun bir şekilde daldım piyano&klavye işlerine. Arkadaştan ödünç alınan beş oktavlık hoş bir klavyeyle, önde "tutorial" serileri, elde döküm döküm nota dökümanları, içte de şahane bir heyecanla başladım çalışmalara. Bunca süredir hayranlıkla dinleyip izlerken neden ilişmedim şu cağnım güzellikteki enstrümana, bilmiyorum. Her enstrümanda olduğu gibi -ki piyano için bunun çok daha fazla olduğu barizdir- ufaktan başlanılan, yıllar ve yıllar gerektiren bir çalışma lazım. Ama amaç çıkıp "elit bir kesim"in önünde arz-ı endam etmek değil, kendini mutlu etmek, haz almak, uğraşmak, üretmek ve daha da mutlu olmak. Zaten insanın öyle kalabalıklardan çok, birkaç eş-dostu toplayıp birşeyler çalıp paylaşması bana göre sahnede olmanın en samimi halidir. Akustik davulla da stüdyo haricinde her an birlikte olamadığımdan da gitarın yanında klavyeyle uğraşmak şahane ve disiplinli bir eğlence halini aldı. Kontrolün davulda olduğu gibi piyanoda da hat safhada olması gerektiği için başta çalışmaların büyük bir kısmı sol el kontrolü -akor ve arpej yoğun olarak sol ele kaldığı için- üzerine oldu. Devamı da sol el ve sağ elin birlikte kullanımı ve devamındaki kombinasyonlarla ele-kola yollanan komutları iyice kontrol altına almak için olabildiğine çalışmaya kalıyor. Nota dizilimi pek daha göz önünde ve nizam halinde bulunduğu için alet daha bir çekici, daha da bir albenili hale geliyor. Piyanodaki en önemli unsurlardan olan "sustain pedal"ını kullanmaksa ayrı bir sanat olarak algılanabilir. Enstrümanın işlevselliğini tamamlayan bu kısım, çaldığınız şeyin tamamen doğru ya da tamamen yanlış olması sağlayan en önemli faktör resmen. Bunu oturtmak da ayrı bir uğraş ama bu konuda da yapılacak tek şey daha çok çalışmak. Piyano pedallarının kullanılması hakkında, Antoine Marmontel şöyle buyurmuş: "Pedalları kullanmasına izin verilen öğrencilerin büyük bir kısmı onları usülleri saymak için kullanırlar veya ayaklarını pedalın üzerine basarlar ve bir daha çekmezler. Şüphesiz ki, her ikisi de kusur sayılan bu alışkanlıklara sahip olmamak gerekir." Lavignac ise: "Pedal sanatı ayağın nasıl konulacağını değil, nasıl çekileceğini bilmektir" diyerek gerekli öğüdü vermiştir. Geriye de babaların laflarını kulağa küpe yapıp işi adabına göre yapmak için çalışmak kalıyor. Bu güzide enstrümanın insana hissettirdiği muhteşem duygular ve tatlar var. Çalarken -ya da çalışırken- mekanın gerçekliğinin ortadan kalkması için artı bir çabaya gram gerek kalmıyor. Aldığım zevkin tavanda olduğunu belirtir, herkesleri davet ederim. 

*

Erik Satie (1866-1925)
Dönemin sanatçılarına göre daha az tanınan Satie, döneminin pek bir ötesine geçebilmiş ve müzikal olarak da kişilik olarak da çoğu sanatçıdan farklı bir bestekâr&piyanisttir. 60lara kadar pek bilinmemiştir ama daha sonra ünü artmaya başlamıştır. Kompozisyonlarındaki sadelik en vurucu tarafıdır. Minimalizmin öncülerindendir ve bu özellik ile kişinin müzikle birlikte durmasına, yürümesine, hayal etmesine ve sonsuz olmasına olanak vermiştir. Bünyeyi günün ve anın durumuna bakmadan alıp götürür. Geçirilen en berbat bir günü bile güzel hale getirir. "Repetitive music"in önde gelen kişisidir ve aralıksız onlarca kez aynı parçasını dinlemek ve bunu sarhoş ama aklı yerinde bir bilinçle yapmak da bunu en şahane şekilde yapabildiğini kanıtlayan şeydir. Her bünyede farklı bir etkisi vardır ve en yoğun duyguları en basit notalara serpmiştir. 

Yazar tarafı da güçlüdür ve bende sağlam etki yaratan bir örneği de şudur:

"Gerçek müzisyen"

"Bilgelik içinde yükselir.. hayranlık uyandırıcıdır.. yoklukta yaşamasını öğrenir ve fedekarlıklar yapmaya hazırdır.. büyük fedekarlıklar.. söylemem gerekirse.. enerjisi olağanüstüdür.. başka bir deyişle savaşa ve mücadeleye hazırdır.. ve bunu tam bir dürüstlük içinde yapar.. sanat tam bir kendini adama gerektirir.. az önce söylediklerim şaka değildi.. fedakarlıkla ilgili olanlar.. müzik kendisini ona adayanlardan ağır taleplerde bulunur.. dikkatinizi çekmek istediğim budur.. gerçek bir müzisyen, sanatı karşısında kendini ikinci plana atmalıdır.. kendini insanlığın acılarından daha yukarılara biryerlere koymalıdır.. cesaretini içinden almalıdır.. sadece içinden.."

                                                                                                                 Erik Satie        
                                                                                                                 

En beğendiğim ve çalışıp sonunda bitirdiğim ve en kısa sürede girip kaydedeceğim iki eser:


12.2.11

"Shine"nın adı, "Lhasa"nın tadı!

Yenilerden sıkıldım. Yeni olan bitenlerden de. Eskilerin içine yumulmak, gömülmek istedim. "Özlenilen tatlar" kıvamında bir geçmiş araştırması yapar gibi, sandıkta kalan ne varsa içine dalmak istedim. Bulacağım şeylerin sonuçlarına katlanmak bana kalmış. Eleyip dokumadan yapmak istiyorum. Ayak bileğinden kavrayıp sıkı tutacak şeyler lazım şu anda - ki olduğum yerde kalayım. Kalkıp hemen iki burunucunu oynatarak zıplar gibi ilerilere ışınlanmak istediğim zamanlar da mevcut. Azcık bir eşeleyeyim, yerimde çakılı mı kalırım, yoksa kalkar 'zıplar' mıyım bilmiyorum.







Bugün çentik'e bakınırken Lhasa De Sela'yı gördüm. Geçen sene yılbaşında genç yaşta ölüp gittiğinde pek bir üzülmüştüm. Uzun bir vakit dinlemeyi ihmal ettiğim bu şahane kadını tekrar görür görmez de 'evet işte şu anda istediğim şey tam da bu' dedim. İhtiyacım olan dinginlikti ve tam da kişisi karşıma çıkmıştı. Oturup sakinlemeyi ve sırıtarak düşünmeyi sağlayan bu ses her seferinde olduğu gibi yine çekingen bir şekilde güzel bir sığınma duygusu yarattı. Olandan bitenden insanı uzaklaştırıp olduğu yere çivi çaktıran ama öne milyon tane güzellik seren, sonra da kafada o yandan öbür yana fink atmayı sağlayan bir hatundur. Müziğinin tek bir kategoriye sokulması pek güç. Melez bir müzik tarzı var ki bu da sanırım Meksika asıllı bir aileden geldiği için  çocukluğunda ve gençliğinde sürekli okul otobüsleriyle göçebe hayatı yaşamasından kaynaklanıyor. Çeşitliliği direkt olarak sergileyebildiği, bir şarkıdan bir sonrakine geçildiğinde içine girilen ruh halinin aynı şahanelikte ama çok farklı boyut ve konumlarda olduğu idrak edilince ortaya çıkıyor. Yaşadığı kısa hayatı, performanslarını şahane öykülerle süsleyip sonra da bunları müzik haline getirip müzikten de harika masallar çıkarmıştır. Beni de damardan yakalayıp alıkoyması "De Cara A La Pared"
(Duvara Karşı) şarkısıyla başladı. O andan sonrası sesine sokulup usul usul dinlemek. Tam istediğim şey de bu şu anda. Birşey düşünmeden, birşeye kafa yormadan sadece dinlemek istiyorum. Normalde müziğin içine girerek, enstrümanları kulakta ayırarak ederek tespit yapma çabası Lhasa'da pek sökmüyor. Çünkü müzik ve sesi bir araya gelince 'şarkı'dan çok daha fazlası çıkıyor ortaya. -ki karışık ve komplike kompozisyonlardan çok, basit aranjeye ama aynı anda kusursuz ve büyülü olana dayanıyor. Zaten onu bu kadar özel ve farklı kılan da bu. Keşke biraz daha fazla yaşasaydı da daha fazla güzel işler yapabilseydi, biz de daha fazla dinleyebilseydik. Aradığımı yeniden bulduktan sonra istediğim kadar oturup dinleyebilirim. Halimden memnun kalabilirim. Kalkmak, bir yerlere gitmek, kıpırdanmak ve 'ileri zıplamak' ihtiyacı duymadan, yapılacak işleri yapıp aynı anda keyifli birsürü saat geçirebilirim. Ayağımdan sarıp beni olduğum yerde tutabilir. -gayet de makbule geçer.- Yerime çakılı kalıp sızlanmadan devam edebilirim. 

Evet, evet. Oturuyorum ve sakinim. Daha da oturucam sanırım...

*

Sandığın diplerinden çıkan başka bir eşelenmiş ve bulunmuş şey, '96 yapımı "Shine" isimli, yılların tadından bir gram birşey eskitemediği pek değerli film. Piyanist David Helfgott'un hayatını ve nasıl balata yaktığını anlatır.  Otoriter ve sert bir babaya sahip olmak ve idealler peşinde yeri geldiğinde babayı da elin kenarıyla itip hayalin peşinde gitmeyi anlatır. Baba karakterinin, Helfgott'un gençlik yıllarının başlarından itibaren hayallerini daraltması ve onun hayatına kendi kesin fikirleriyle yön vermesi karşısında yaşattığı yıkımdan bahseder.  Piyano ve klavyeye ufaktan ufaktan iliştiğim şu aralar, açıp filmi baştan izlemek biraz umut kırıcı etki gösterebilirdi, öyle de oldu ama yine de açtım ve izledim. Her filminde beğendiğim Geoffrey Rush, benim için bu filmde ömründeki en büyük 
performansını sergilemiştir. -o senenin oscarını da kapmıştır- Filmin en şahane unsurlardan birisi de filmde de 'ölümsüz' olarak anılan Rachmaninov ve 3. Konçerto'dur. Zaten çocukluk ve gençlik yıllarında da sorunları olan David Helfgott'un balatayı koparma süreci 3. Konçerto'yu çalma çalışmaları sırasında hızlanır ve performansı tam olarak sergiledikten sonra zirveye ulaşır ve beyninde kalıcı hasarlar bırakır. Filmin en göze soktuğu ve işlediği şey, müziğin ve özellikle piyanonun, müziğin bir parçası ve bir tutku olması dışında bir delilik hali olması. Garip etkileri var filmin. İçte olan ne varsa orda durmaması gerektiği, bir an önce eyleme konup önünde ne var ne yok ezip geçip gerçekleştirmek, sonunda insanı delirtse bile hiçbirini bırakacak kadar korkak da olmamak. İnsanın hayallerine dönüp bakmasına, sonra da tutarlılık ya da tutarsızlığını değerlendirmesine, sonra da neyin hayal olarak kalacağını, neyin gerçekleşeceğini kestirme -kestirememe- durumuna itiyor. Bir David Helfgott kadar uçlarda olunmasa da insan engelleri çatank! diye ortadan kaldırıp -artık her ne ise- peşinden koşmak istiyor. Filmi tekrar izledim ve aynı etkileri biraz daha güçlü yarattı. Ne uğruna nelerden vazgeçilebilir? Esas haz hangisidir? Oturmaktan vazgeçip 'zıplamak' mı gerektir? 


Yok yok. Oturuyorum ve sakinim. Daha yapılacak işler var. Sanırım oturduğum yerde zıplamak şu an için en iyisi.

9.2.11

George Carlin & Theory on Life

Amerika'nın ve dünyanın görüp görebileceği en sivri, en dişli ve göstermeden -bazen de göstere göstere- vurup yere seren komedyendir George Carlin.  Ancak ölümünden bir yıl sonra tanıdığım bu zat-ı muhterem, içindekileri dökmesini sağlayacak imkanlara sahip olana kadar çeşitli televizyon işleri yapmış, sonra da sazı eline alıp gelmiş geçmiş en şahane üslupla kimsenin iğne ucu batıramadığı yerlere çuvaldızla dalmıştır. Komedyen, yazar ve aktör olarak tanınır ama en çok tanınmasını sağlayan 70lerde yapmaya başladığı stand-up şovları ve yayımladığı kitaplardır. Esprilerinde ahlaki değerlerin ötesinde bir tutum vardır ve sisteme olan karşı eleştirisini açıkça sergilemiştir. Amerikan toplumuna açık saldırısı ve insanları harıl harıl eleştirmesi, din ve Amerikan halkının pek laf değdirtmediği konuları salata gibi karıştırıp dalga geçmesi her bünye tarafından kabul edilmesini zor kılmıştır ama bu onun da umrunda olmamıştır ki George Carlin'e hayran olan kesim oldukça fazladır. Tabuları un ufak eden ve klişeleri alıp ters çeviren Carlin'i geniş kitlelerin tanımasını saylayan 1972'de sahneye koyduğu "Seven Words You Can Never Say on Television" monologudur. Televizyonda söylenmesi uygun bulunmayan kelimeleri alır, dili algılayış biçimleriyle kelimelerin içine girerek neyin ne olduğunu ve olmadığını herkesin önüne serer. "Zeitgeist"'in ilk bölümündeki giriş monologunun da sahibi olan Carlin, politika ve sistem konusunda da herkesin üstünde konuştuğu klişeleri kaldırıp altta gözükenin tozunu alır ve gerçekleri olduğu gibi izleyiciye sunar. Gerçekleri anlatması ve çoğu konuda politikacı ve kurumların yanında insanları ve toplumu da yerlere-duvarlara çalması onu diğerlerinden farklı olarak kızgın, huysuz ama sonuna kadar haklı bir mizahçı haline getiriyor. "Saving the Planet?" monologu buna güzel bir örnek olabilir. Belirli kesim ve kurumların Carlin'e duyduğu nefret o kadar fazladır ki ölümünden sonra bir Hıristiyan kanalı Carlin'i alevler içinde göstererek 'Şimdi cehennemde cayır cayır yanıyor' diye sunacak kadar güçlü bir muhalefet yaratmıştır. Modern bir filozof olarak da anılan Carlin, hayatı, dili ve modern dünyayı irdelemeyi o kadar iyi bilmiştir ki uzun yıllar 'huysuz ihtiyar' olarak anılacak ve her zaman şiddetle özlenecektir.


Ölmeden önce sahneye koyduğu "It's Bad for Ya!" alınması beklenen bütün tatları, hem de daha fazlasını veriyor. Yazarlığının ve komedyenliğinin yanında sıkı bir şair olduğunu da kanıtlayan metinler içeren şovu dönüp dönüp baştan izlenecek, her seferinde de aynı hazzı verecek bir yapıt haline gelmiştir. Kısaca, okunduğunda ve dinlendiğinde belli edebi sınırların dışına taşmayı başarır, algıları açar, gözlere tuz basa basa açık durmasını sağlar ve kara mizahı da dibine kadar bünyeye işler. Geri kalan da karşısında olanı almak, az bir durmak, sonra da ölene kadar Carlin'i okumak ve dinlemektir. 

En sevdiğim metinlerinden biri de hayatın akışını ters çevirip güzel bir önermede bulunduğu "Theory on Life" çalışmasıdır:

The most unfair thing about life is the way it ends. I mean, life is tough. 
It takes up a lot of your time. What do you get at the end of it? A death!
What's that--a bonus? I think the life cycle is all backwards.
You should die first, get it out of the way.
Then you live in an old-age home.
You get kicked out when you're too young.
You get a gold watch.
You go to work.
You work forty years until you're young enough to enjoy your retirement.
You do drugs, alcohol, you party, you get ready for high school.
You go to grade school.
You become a kid, you play, you have no responsibilities.
You become a little baby, you go back into the womb.
You spend your last nine months floating.
...and you finish off as an orgasm!  

8.2.11

Kırıka: İyi müzik ve İzmir

Kırıka geçen sene karşıma çıkan bir grup. Geç kalınmış bir keşif oldu ama gayet de şahane oldu. Grup Ege, İzmir, eski İstanbul ve Selanik tatlarını barındıran, geleneksel olanı özüyle oynamadan ama aynı kopyasını da yapıştırmadan orijinal bir tarz sunuyor. Belli ki grubun üyelerinin hepsinin İzmirli olması, müziğin içine İzmir ruhunu, denizi kokusunu ve müthiş bir keyfi katmayı kolaylaştırmış. Müziklerini "şehirli halk müziği" olarak nitelendiren grup, metropol hayatındaki tekdüzeliği ve karalaşmayı, denizden gittikçe koparak ince hüznün kaybolmasını reddedmeyi kendilerine ilk edinmiş. En çok dikkatimi çekenlerden biri, geleneksel ve batı kompozisyonlarına yatkın klarnetin muhteşem kullanılmış olması. Müziklerinde oluşturdukları dengeye çok önem verdikleri açık. Batı kompozisyonlarını uygularken geleneksel kullanımları ve ikisinin harmanını çok harika kurmuşlar. Telli sazlardaki 'cura' kullanımı da müziğin kimliğini bulmasında kilit nokta olmuş. Dinlerken deniz kıyısında bulunma hissi hem kulağa hem de göze geliyor. Ege ve İzmir'in tadını, anason kokusunu insanın burnuna gözüne sokan, İzmir'i sevmeyenin tam olarak yaşayamayacağı nefis tatta bir grup.

Grup kendi 'blog'unda kendilerini ve müziklerini şöyle anlatıyor:

"1800’lerin sonu, 1900’lerin başında istanbul, urfa, selanik gibi imparatorluğun büyük şehirlerinde yapılan halk müziği oldu kırıka’yı etkileyen... bektaşi nefeslerinin rindaneliğini, halk türkülerinin tevazusunu, kantoların hafif meşrep şehvetini ve içli sevda şarkılarının hüznünü muhabbetle kucaklayan bu kalender müzik, kah bir rum kadınının tahrik edici sesinden, kah urfalı bir gazelhanın nağmelerinden, kah istanbullu bir beyefendinin nidalarından yükseldi. işte kırıka mayasını burada buldu: kırıklık... çelebice bir hüzün ve melez olma durumu... taş plakların o tek kanaldan gelen özensiz, ama içten kayıtları."

"Yeniden deniz sarkilari, deniz kültürü ve dionyssos ruhu...: "denizle karanın seviştiği, karanın erkek karalığına, denizin kadın maviliğine karıştığı, ufku açık mavi; gurubu yanık kızıl; bir güzel coğrafya bizim evimiz: ege kıyıları... biz, gittikçe kara kültürüne ve onun eğlence anlayışına teslim olmaya başlayan Türkiye'nin unuttuğu deniz kokusunun peşindeyiz."

"Kırıka'nın İzmirli kurucuları gibi, her İzmirli bilir: Buralara denizle gelen açıklık, güneş ile yıkanmış bir esriklik, milliyeti muğlak bir melezlik ve dionyssos coşkusu yakışır. Yemek, içmek, şarkı söylemek, rakı ile esrimek, dans etmek, düğün, sünnet, açık hava, imbat, yosun ve deli lodos... bu cümbüşü fişekleyen de zeybekler, sirtolar, kasap havalar, çiftetelliler, karşılamalardır."

"Kaba Saz" albümünden seçtiğim ve ilk kez dinlemek için önerebileceğim üç şarkı:




7.2.11

"Aziz"in ardından...



Dün merasimle blogu tekrar açtıktan sonra ne de çok şey var yazılacak, ne yazsam nereden başlasam diye düşünürken "pat!" diye internette önüme düşen bir haber şok etkisi yarattı. "Efsane gitarist Moore, tatilini geçirmek için gittiği İspanya’nın Estepona kentindeki otel odasında ölü bulundu.


Dün öğleden sonra abiyle ve yengeyle havanın güzelliğini de fırsat bilerek kısa bi gezinti yaptıktan sonra eve dönüş yolunda güzel bir radyo bulup onu dinlerken, eve de tam yaklaşmışken, 'Still Got The Blues' çalmaya başladı. Yıllarca bir köşeye bırakılsa ve uzun süre dinlenmese bile etkisini ve değerini kaybetmeyen şarkıların en şahanelerinden olduğu kesin bir doğrudur. Biz de tebessüm edip dinlemeye ve şarkıyı söylemeye başladık. Les Paul'u lafın tam göbeğindeki anlamıyla "ağlatan", lakin Fender performanslarına da ayrı bir hayran kaldığımız zat, yine ufak bir pasaj dinlememize rağmen yılların etkisini ve o güzelliği hatırlattı. Hatta bu sırada da abinin kafasındaki "Les Paul almak" başlıklı düşünceleri yeşillendirdiğine de eminim. Gitarı nitelikli kullanabilmek ve çalınırlığı pratik olarak çok zorlayıcı görünmeyip hiçbir zaman da sahibi gibi ruhlu çalınamayan parçalara sahip olmak işin içinde başka bişeyler olmasını gerektirir. Gary Moore da bahsettiği 'Blues'a yıllar boyu sahip olmuş ve bunu hep hissettirmiştir. En dingin ve düşük tuşelerde en yoğun hali yakalamış, gitarı sonuna kadar bağartırken bile bir çeşit huzur akımını da damara salmıştır. Her dinlendiğinde ve izlendiğinde bıraktığı tadı o an yine bırakmıştı. Akşam oldu ve bilgisayarın başına oturduğumda her tarafta Gary Moore vidyoları ve onunla ilgili linklerle karşılaştım. Kendi doğumgünümü henüz kutlamış olmamın etkisi sanırım; adamın doğumgünü heralde derken öldüğünü öğrenmek de biraz garip oldu. Birkaç saat önce Gary Moore dinleyip 'akşama da şöyle birkaç parçasını daha dinliyim hatta olmadı bir de konserini izliyim özledim be' dedikten sonra bilgisayarın başına bu sebeplerle oturup öldüğünü öğrenmek ayrı bir etki yarattı. Bir süre abiyle 'hakkaten ölmüş adam ya' diye diye dolandık evde. Eşle dostla konuşurken karşılıklı 'Midnight Blues', 'Parisienne Walkways' gibi unutulmaz olanlar açıldı, herkesin içinden gelen bir yas tutuldu. 

..ve kaybın en şahane özetini de bir cümleyle başka bir Moore ve Fender severi arkadaş Engin Türkoğlu yaptı:

- ..bir tel daha koptu!

It's the darkest hour
of the darkest night.

It's a million miles
from the morning light.

Can't get no sleep.
Don't know what to do.
I've got those midnight blues.

When the shadows fall,
I feel the night closing in.
There must be some reason
for this mood I'm getting in.

Can't get no sleep.
Don't know what to do.
I've got those midnight blues.



(Midnight Blues - Still Got the Blues)