12.2.11

"Shine"nın adı, "Lhasa"nın tadı!

Yenilerden sıkıldım. Yeni olan bitenlerden de. Eskilerin içine yumulmak, gömülmek istedim. "Özlenilen tatlar" kıvamında bir geçmiş araştırması yapar gibi, sandıkta kalan ne varsa içine dalmak istedim. Bulacağım şeylerin sonuçlarına katlanmak bana kalmış. Eleyip dokumadan yapmak istiyorum. Ayak bileğinden kavrayıp sıkı tutacak şeyler lazım şu anda - ki olduğum yerde kalayım. Kalkıp hemen iki burunucunu oynatarak zıplar gibi ilerilere ışınlanmak istediğim zamanlar da mevcut. Azcık bir eşeleyeyim, yerimde çakılı mı kalırım, yoksa kalkar 'zıplar' mıyım bilmiyorum.







Bugün çentik'e bakınırken Lhasa De Sela'yı gördüm. Geçen sene yılbaşında genç yaşta ölüp gittiğinde pek bir üzülmüştüm. Uzun bir vakit dinlemeyi ihmal ettiğim bu şahane kadını tekrar görür görmez de 'evet işte şu anda istediğim şey tam da bu' dedim. İhtiyacım olan dinginlikti ve tam da kişisi karşıma çıkmıştı. Oturup sakinlemeyi ve sırıtarak düşünmeyi sağlayan bu ses her seferinde olduğu gibi yine çekingen bir şekilde güzel bir sığınma duygusu yarattı. Olandan bitenden insanı uzaklaştırıp olduğu yere çivi çaktıran ama öne milyon tane güzellik seren, sonra da kafada o yandan öbür yana fink atmayı sağlayan bir hatundur. Müziğinin tek bir kategoriye sokulması pek güç. Melez bir müzik tarzı var ki bu da sanırım Meksika asıllı bir aileden geldiği için  çocukluğunda ve gençliğinde sürekli okul otobüsleriyle göçebe hayatı yaşamasından kaynaklanıyor. Çeşitliliği direkt olarak sergileyebildiği, bir şarkıdan bir sonrakine geçildiğinde içine girilen ruh halinin aynı şahanelikte ama çok farklı boyut ve konumlarda olduğu idrak edilince ortaya çıkıyor. Yaşadığı kısa hayatı, performanslarını şahane öykülerle süsleyip sonra da bunları müzik haline getirip müzikten de harika masallar çıkarmıştır. Beni de damardan yakalayıp alıkoyması "De Cara A La Pared"
(Duvara Karşı) şarkısıyla başladı. O andan sonrası sesine sokulup usul usul dinlemek. Tam istediğim şey de bu şu anda. Birşey düşünmeden, birşeye kafa yormadan sadece dinlemek istiyorum. Normalde müziğin içine girerek, enstrümanları kulakta ayırarak ederek tespit yapma çabası Lhasa'da pek sökmüyor. Çünkü müzik ve sesi bir araya gelince 'şarkı'dan çok daha fazlası çıkıyor ortaya. -ki karışık ve komplike kompozisyonlardan çok, basit aranjeye ama aynı anda kusursuz ve büyülü olana dayanıyor. Zaten onu bu kadar özel ve farklı kılan da bu. Keşke biraz daha fazla yaşasaydı da daha fazla güzel işler yapabilseydi, biz de daha fazla dinleyebilseydik. Aradığımı yeniden bulduktan sonra istediğim kadar oturup dinleyebilirim. Halimden memnun kalabilirim. Kalkmak, bir yerlere gitmek, kıpırdanmak ve 'ileri zıplamak' ihtiyacı duymadan, yapılacak işleri yapıp aynı anda keyifli birsürü saat geçirebilirim. Ayağımdan sarıp beni olduğum yerde tutabilir. -gayet de makbule geçer.- Yerime çakılı kalıp sızlanmadan devam edebilirim. 

Evet, evet. Oturuyorum ve sakinim. Daha da oturucam sanırım...

*

Sandığın diplerinden çıkan başka bir eşelenmiş ve bulunmuş şey, '96 yapımı "Shine" isimli, yılların tadından bir gram birşey eskitemediği pek değerli film. Piyanist David Helfgott'un hayatını ve nasıl balata yaktığını anlatır.  Otoriter ve sert bir babaya sahip olmak ve idealler peşinde yeri geldiğinde babayı da elin kenarıyla itip hayalin peşinde gitmeyi anlatır. Baba karakterinin, Helfgott'un gençlik yıllarının başlarından itibaren hayallerini daraltması ve onun hayatına kendi kesin fikirleriyle yön vermesi karşısında yaşattığı yıkımdan bahseder.  Piyano ve klavyeye ufaktan ufaktan iliştiğim şu aralar, açıp filmi baştan izlemek biraz umut kırıcı etki gösterebilirdi, öyle de oldu ama yine de açtım ve izledim. Her filminde beğendiğim Geoffrey Rush, benim için bu filmde ömründeki en büyük 
performansını sergilemiştir. -o senenin oscarını da kapmıştır- Filmin en şahane unsurlardan birisi de filmde de 'ölümsüz' olarak anılan Rachmaninov ve 3. Konçerto'dur. Zaten çocukluk ve gençlik yıllarında da sorunları olan David Helfgott'un balatayı koparma süreci 3. Konçerto'yu çalma çalışmaları sırasında hızlanır ve performansı tam olarak sergiledikten sonra zirveye ulaşır ve beyninde kalıcı hasarlar bırakır. Filmin en göze soktuğu ve işlediği şey, müziğin ve özellikle piyanonun, müziğin bir parçası ve bir tutku olması dışında bir delilik hali olması. Garip etkileri var filmin. İçte olan ne varsa orda durmaması gerektiği, bir an önce eyleme konup önünde ne var ne yok ezip geçip gerçekleştirmek, sonunda insanı delirtse bile hiçbirini bırakacak kadar korkak da olmamak. İnsanın hayallerine dönüp bakmasına, sonra da tutarlılık ya da tutarsızlığını değerlendirmesine, sonra da neyin hayal olarak kalacağını, neyin gerçekleşeceğini kestirme -kestirememe- durumuna itiyor. Bir David Helfgott kadar uçlarda olunmasa da insan engelleri çatank! diye ortadan kaldırıp -artık her ne ise- peşinden koşmak istiyor. Filmi tekrar izledim ve aynı etkileri biraz daha güçlü yarattı. Ne uğruna nelerden vazgeçilebilir? Esas haz hangisidir? Oturmaktan vazgeçip 'zıplamak' mı gerektir? 


Yok yok. Oturuyorum ve sakinim. Daha yapılacak işler var. Sanırım oturduğum yerde zıplamak şu an için en iyisi.

5 yorum:

Adsız dedi ki...

bu hafta ikisini dinledim de izledim de. favoriler arasına girdiler :)
eda.

Deniz Ural dedi ki...

bir an ben yazmışım sandım yazıyı :) eskileri karıştırsam aynı tercihlerde bulunurdum muhtemelen. bu saatte pek güzel müzik dinliyorum sayende, teşekkürler..

Onur Altunsaray dedi ki...

ben teşekkür ederim efenim :)

Adsız dedi ki...

Shine'ın zaten ayrı bir yeri var ama Lhasa'yı burda tanıdım ve bayıldım öldüm bittim. Fevkalade güzellikteymiş. Kutlarım :)



ceren

Onur Altunsaray dedi ki...

Lhasa bitanedir :) bıkmadan bütün gün dinlenebilir.